
KARŞIYAKA EVERYWHERE
31 05 2002
95 yılında lise birinci sınıftayken, okuldaki Karşıyakalı arkadaşlarımla birlikte para toplayıp yaptırmıştık o bayrağı. Alsancak'taki maçlarda herkesin görebileceği bir bayrak asmamız gerektiğini hepimiz hissetmiş olmalıyız ki, bayrak fikri ortaya atıldığında da para toplanmaya başlandığında da hiçbirimiz gıkımızı çıkarmamıştık. Belki bir hafta boyunca öğle arasında çift kaşarlı tostlardan değil de simit ayrana mahkum olurduk ama hiç mühim değildi. Alsancak'ın paslanmış tellerinde dalgalanacak bir Kaf Sin Kaf bayrağına değerdi. Tabi ki hiçbirimiz yıllar sonra o bayrağın nerelerde açılacağını tahmin edemiyorduk. İşte bu yazı, üst tarafta fotoğrafını gördüğünüz KARŞIYAKA EVERYWHERE bayrağının maceralarından İngiltere'de geçenini konu almaktadır.
Lise birin sonu. İzmir Adnan Menderes Havalanı'ndan Londra Heathrow Havalanı'na kalkan uçaktaki yaklaşık ikiyüz yolcu arasından ikisi, çantalarında taşıdıkları eşyalar açısından diğer 198'inden oldukça farklıydı. Peki kimdi bu ikili? Bu kişilerden biri bendeniz diğeri ise 17 yıllık Karşıyakalık eğitimini başaralı şekilde tamamlamış şimdi de diplomayı almak üzere Londra'ya uçan Gürhan Çevikel idi. Peki neden faklıydı bu ikili? Çünkü çantalarında beş metreye iki metre boyutlarında, üzerinde KARŞIYAKA EVERYWHERE yazılı olan kutsal bir bayrak taşımaktaydılar. Tabi ki onlara dışardan bakan birisine göre onlar oldukça sıradan insanlardı. Ancak hissettikleri ve yapacaklarıyla hiçte sıradan sayılmazlardı.
Uçak havaalanına indi, kalınacak yere yerleşildi, Londra keşfi yapıldı falan filan... Maceranın bu kısmı bu yazının amacıyla uyuşmadığından bu kısımları geçelim ve bayrağın macerasına dönelim.
İkilinin Londra'ya geldiği tarihi hatırlamakta fayda var: Temmuz 1996. Ve bu ay Londra'da gerçekleşecek olan uluslararası bir futbol organizasyonunu hatırlayalım: 96 Avrupa Futbol Şampiyonası.
Karşıyaka'ya, kutsal topraklara geri dönelim... Londra'ya gitmeye karar verdiğimiz günlerin birinde. Churchill'de demlendiğimiz akşamların birinde aklımıza gelmişti bu fikir: Yeni yaptırdığımız KARŞIYAKA EVERYWHERE bayrağı Avrupa Futbol Şampiyonası finalinde dalgalanmalıydı. Gerçi o sene Türkiye'de katılmıştı finallere ama Türkiye'nin final oynama şansını gözardı etmek yanlış olmazdı. Dolayısıyla final maçı kimle kim arasında olursa olsun, o bayrak açılacak ve Wembley Stadyumu Kaf Sin Kaf sesleriyle inletilecekti. Beyin fırtınası yapıldı, olular, olmazlar tartışıldı ve oy birliğiyle kabul edildi...
Londra'ya geri dönelim...Finalin tarafları belli olmuştu: Almanya-Çek Cumhuriyeti. Tahmin ettiğiniz gibi biz mazlumdan yana tavrımızı ortaya koyarak Çek Cumhuriyeti tarafında oturmaya karar vermiştik. Karşıyaka'dan başkasını asla desteklemezdik ama Almanlar'dansa Çekler'le aynı tribünü paylaşmayı tercih ederdik. Bu arada planımız netleşmeye başlamıştı. Hatta amacımızı ilerletmiş, kendimizi bir şekilde dikkat çekici hale getirip, bayrağımızı tüm dünyaya ve dolayısıyla Türkiye'ye göstermeyi planlıyorduk. Olası planlar arasında bayrağı kale arkalarına asmak, sahaya inip bayrakla bir tur atmak ya da daha olası bir plan olan maça giderken saçlarımız boyayıp "televizyon kameralarına yakalanan ilginç futbol severlerden olmak" vardı.
Maçtan iki hafta önce Wembley'e gidip kale arkası olan Çek tribünündeki maç biletimizi aldık. Ve olay mahalini önceden görmüş olduk. Aslını istersiniz stadın büyüklük açısından İzmir Atatürk'ten büyük olduğunu söylemek mümkün değildi. Ancak modernlik açısından İzmir Hilton'la kıyaslanabilirdi. Neyse, biz biletlerimizi aldık ve eve dönerken yolda tezgahta satılan yeşil kırmızı saç boyalarını da cebimize yerleştirdik. Artık maç gününü beklemekten başka bir şey kalmamıştı...
Maç günü geldi çattı. Ben üzerime Altobelli Rıza'nın sekiz numaralı formasını giymiştim. Gürhan'da ise Londra'ya gelmeden önce klübe uğrayıp aldığımız Voleybol takımı t-shirt'lerinden vardı. Sprey boyalar ve bayrak büyükçe bir çantaya kondu ve Wembley'e doğru yola çıkıldı. Victoria İstasyonu'ndan Wembley'e giden metroya bindiğimizde metrodaki hemen herkesin bizim gibi maça gittiğini fark etmek hiç de zor olmadı. Büyük çoğunluk, kırmızı-siyah-sarı çizgili beyaz Alman forması giymiş olan Almanlardı. Geriye kalanı ise gündelik giyinmeyi tercih etmiş İngilizler ya da başka memleketlerden insanlardı. Başka bir değişle bizden başka Yeşil-Kırmızı formalı kimse yoktu. Metroya ilk girdiğimizde bu farkımız ilginç bakışları üzerimizde toplamamıza neden oldu. Boş bulduğumuz ilk yere oturduk. Ve bu sefer de karşımızda oturmakta olan, İngiliz olduğu herşeyinden belli yaşlıca adamın dikkatlice formalarımızı incelediğini fark ettik. Adam Galatasaraylı mı olduğumuzu sordu. Kesinlikle olmadığımızı ve hatta kendisinden hiç de hoşlanmadığımız söyledik. Adam formamdaki Karşıyaka logosondaki ay-yıldızı görüp Türkiye'den olduğumuzu ve Türkiye'den yalnızca Galatasaray'ı bildiğini söyledi. Galatasaray'ın Manchester'i elediği sene olduğunu hatırlatmamda fayda var. O an adama niye Galatasaray'ı sevmediğimizi, Kahpe Bizans'ı ya da Türkiye'nin futbol oligarşisini anlatabilirdik. Ama adamın "İngiltere'nin Fenerbahçesi" olan Chelsea taraftarı olduğunu öğrenince bizi kesinlikle anlayamayacağını düşündük ve bizi anlasa anlasa bir Bradford taraftarının ya da belki bir Crystal Palace taraftarının anlayabileceğine karar verdik.
Wembley metro durağına geldiğimizde, metronun kapıları elektronik bir sesle açılırken içimizde Churchill'de temellerini attığımız, Londra'da ilerlettiğimiz ve Wembley'de son bulacak planımızı gerçekleştirmeye çok az kalmış olmasının heyecanı vardı. Ve Stadın yanına gelmiştik. İnanın hiçbir karmaşa ya da bizim maçlarda görmeye alıştığımız yoğunluk görünmüyordu. Acaba stad boş mu kalacak diye sormaktan alamadık kendimizi.
Çantamızda 5x2 boyutlarında bir bayrak ile yeşil-kırmızı spreylerin olmasının verdiği gerginlikle, yüzlerce giriş kapısından bizimkine yaklaştık. İçeri girerken çantada ne olduğunu sordular, bayrağı gösterdik. Tabii ki spreyleri göstermedik. "Yeşil-kırmızı bir bayrağın bu maçla ne alakası var?" dercesine yüzümüze bakan güvenlik görevlisinin yanından içeriye süzüldük. Şimdi saçları boyamanın tam zamanıydı. Peki bunu nerede ve nasıl yapacaktık? Tahmin ettiğiniz üzere ne Wembley stadyumuna daha önce gelmiştik, ne de saçımızı daha önce yeşil kırmızıya boyamıştık. Bir tuvalet bulduk ve daracık kabine ikimiz birden girdik. Tuvaletteki diğer insanların aynı kabine aynı anda giren iki erkek hakkında ne düşündüğünü tahmin etmek çok da güç değil! Ama başka çare yoktu. Ortalıkta bir yerde yapmaya kalksak, herhangi bir güvenlik bizi görebilir ve spreyleri elimizden alabilirdi. Sonuçta sırayla önce Gürhan benim kafamı, sonra ben onunkini özenle boyadım kutsal renklere. Birbirimizi o şekilde gördüğümüzde bir süre güldük, sonra da içgüdüsel olarak tuvaleti Kaf-Kaf sesleriyle inlettik.
Saçlar hazırdı. Artık çıkabilirdik. Tuvaletten çıkıp tribünlere doğru yöneldiğimizde bize doğru yönelen "Kim bunlar ya? Portekiz finale kalamadı ki!" bakışlarından artık rahatsız olmuyorduk. Bizim ne final maçıyla ne Çek Cumhuriyeti' yle ne Almanlar' la ne de Portekiz'le pek alakamız yoktu. Biz sadece Wembley Stadyumu'nu ve bir Avrupa Kupası Finalini Karşıyaka' mızla tanıştırmaya gelmiştik.
Nereye oturacağımız bulup bir an önce bayrağımızı en uygun yere asmayı düşünürken, güzeller güzeli bir İngiliz görevli bayan gelip biletimizi gösterirsek bize yerimize kadar eşlik edeceğini söyledi. Adeta sinemalardaki yer göstericiler gibi bayan önde biz arkasında yerimize geldik. Acaba bahşiş vermek gerekir mi diye düşünürken, bizlere iyi seyirler dileyen huri yanımızdan ayrıldı.
İşte Wembley Stadı... Kale arkasının çaprazında, orta yükseklikte olan yerimiz fena değildi. Her ne kadar Çek triübünü olarak bilet almış olsak da, büyük çoğunluğun bizim gibi tarafsızlardan olduğunu gördük. İlk planı yani bayrağı kale arkasına, kameraların görebileceği bir yere asma planın uygulamak üzere tribünün en alt tarafına doğru hareketlendik. Sahaya en yakın yere geldiğimizde planımızın suya düştüğünü anladık. Çünkü fosforlu yeşil ve turuncu montlar giymiş güvenlik görevlileri, kimseyi en alt sıraya indirmiyor ve bayrak asmanın mümkün olmadığını söylüyorlardı. O zaman yerimize çıkıp oralarda uygun bir yerde açmalıydık bayrağı. Yukarı çıkıp en uygun mekanı ararken, doğru yer bulduk. Alsancak'taki açık tribünü düşünün. Ve Çarşının orada nerede durduğunu. Tribünün alt tarafındaki tuvaletlerin büfelerin falan bulunduğu yerden tribüne çıkış kapısının hemen üstü. İşte bizde Wembley kale arkasında aynı şeyi yapabilirdik. Hemen oraya doğru yöneldik. Artık Wembley'i dolduran 60bin kişinin, Wembley'in çimlerinin, skorbordunun, sahada koşuşmakta olan Çek ve Alman oyuncuların ve belki de televizyon başındaki milyonların KARŞIYAKA'yla tanışma vakti gelmişti. Bayrağımız çıkardık çantadan. Ve Gürhan bir ucundan ben bir ucundan tek elimizle tutup diğer elimizi sallayarak haykırmaya başladık: Kaf Kaf Kaf Sin Sin Sin Kaf Sin Kaf Sin Kaf! Boğazlarımızdaki damarlar patlarcasına bağırıyorduk. Daha önce hiç bağırmadığımız kadar bağırıyorduk. Çevremizdeki yüz iki yüz kişilik sakin kalabalık ne olduğunu anlayamamış gözlerle bize bakıyordu. Biz ise hiç durmadan bağırıyorduk. Bu arada maç başlıyordu, futbolcular mücadele ediyordu, goller oluyordu ama biz sanki başka bir yerdeymişçesine, olup bitenle hiç ilgilenmeden bağırıyorduk: Göztepe nerde, hani nerde, Wembley'de yooook! O sırada kendimi çok farklı hissediyordum. Acaba şu stadda bizden başka, kendi ülkesini değil de tuttuğu klübü desteklemek için boyanmış, 1000 kilometre uzaktan koca bir bayrak getirmiş, kendini bizim gibi helak etmiş olan var mıdır diye. Ama üzerimde Altobelli Rıza'nın forması kalbimde Karşıyaka aşkı varken, ben bu 60bin kişiden zaten farklıydım ki. Ben Karşıyakalı'ydım, Biz Karşıyakalı'ydık...
Sonra mı ne oldu? Sonra biz bayrağımızı fotoğrafta ayakta durduğumuz tere astık. Maçın sonlarında yorgunluktan ölmüş bir şekilde koltuklarımıza yığılmış bir şekilde Almanlar'ın altın golünü, kupayı kaldırışlarını, stadın boşalışını izledik. Stad boşalırken son bir kez daha Kaf-Kaf çekip Wembley' e elveda ettik. Bu arada bizim tribündeki bir sürü insanın yanımıza gelip nereli olduğumuzu sormalarını, onlara Türkiye'den Karşıyakalı olduğumuzu anlatmamızı ya da bir çok insanın bizim yaptığımız gibi Kaf-Kaf çekmeye çalıştığını tahmin etmişsinizdir herhalde. Ya sonra? Sonra bir puba gidip yeşil-kırmızı kafalarımızla bu güzel geceyi kutladık. Ertesi sabah ev sahibimiz maçı izlerken televizyonda Gürhan'ı gördüğünü söyledi. Yani planımız işe yaramıştı. Türkiye'de olmasa bile İngiltere'de maçı televizyondan izleyen her insan yeşil-kırmızı ve Karşıyaka' yla tanışmıştı. Özetle görev tamamlanmıştı.
Şimdi altı yıl önce dönüp o günü hatırladığımda kendimle Gürhan'la gurur duymamak elde değil. Peki bayrak şu an ne yapıyor?
Onu en son Gençlerbirliği ve Ankaragücü' nün Ankara'da Göztepe'yle oynadığı maçlarda tabi ki Göztepe olmayan tribünlerde görüm. Yani o da aynı yolda devam ediyor...
Bu arada unutmadan söyleyeyim: yaz aylarında yolu Güney Kore ya da Japonya'ya düşecek olan varsa bayrağı ona ulaştırabilirim....
31 05 2002
95 yılında lise birinci sınıftayken, okuldaki Karşıyakalı arkadaşlarımla birlikte para toplayıp yaptırmıştık o bayrağı. Alsancak'taki maçlarda herkesin görebileceği bir bayrak asmamız gerektiğini hepimiz hissetmiş olmalıyız ki, bayrak fikri ortaya atıldığında da para toplanmaya başlandığında da hiçbirimiz gıkımızı çıkarmamıştık. Belki bir hafta boyunca öğle arasında çift kaşarlı tostlardan değil de simit ayrana mahkum olurduk ama hiç mühim değildi. Alsancak'ın paslanmış tellerinde dalgalanacak bir Kaf Sin Kaf bayrağına değerdi. Tabi ki hiçbirimiz yıllar sonra o bayrağın nerelerde açılacağını tahmin edemiyorduk. İşte bu yazı, üst tarafta fotoğrafını gördüğünüz KARŞIYAKA EVERYWHERE bayrağının maceralarından İngiltere'de geçenini konu almaktadır.
Lise birin sonu. İzmir Adnan Menderes Havalanı'ndan Londra Heathrow Havalanı'na kalkan uçaktaki yaklaşık ikiyüz yolcu arasından ikisi, çantalarında taşıdıkları eşyalar açısından diğer 198'inden oldukça farklıydı. Peki kimdi bu ikili? Bu kişilerden biri bendeniz diğeri ise 17 yıllık Karşıyakalık eğitimini başaralı şekilde tamamlamış şimdi de diplomayı almak üzere Londra'ya uçan Gürhan Çevikel idi. Peki neden faklıydı bu ikili? Çünkü çantalarında beş metreye iki metre boyutlarında, üzerinde KARŞIYAKA EVERYWHERE yazılı olan kutsal bir bayrak taşımaktaydılar. Tabi ki onlara dışardan bakan birisine göre onlar oldukça sıradan insanlardı. Ancak hissettikleri ve yapacaklarıyla hiçte sıradan sayılmazlardı.
Uçak havaalanına indi, kalınacak yere yerleşildi, Londra keşfi yapıldı falan filan... Maceranın bu kısmı bu yazının amacıyla uyuşmadığından bu kısımları geçelim ve bayrağın macerasına dönelim.
İkilinin Londra'ya geldiği tarihi hatırlamakta fayda var: Temmuz 1996. Ve bu ay Londra'da gerçekleşecek olan uluslararası bir futbol organizasyonunu hatırlayalım: 96 Avrupa Futbol Şampiyonası.
Karşıyaka'ya, kutsal topraklara geri dönelim... Londra'ya gitmeye karar verdiğimiz günlerin birinde. Churchill'de demlendiğimiz akşamların birinde aklımıza gelmişti bu fikir: Yeni yaptırdığımız KARŞIYAKA EVERYWHERE bayrağı Avrupa Futbol Şampiyonası finalinde dalgalanmalıydı. Gerçi o sene Türkiye'de katılmıştı finallere ama Türkiye'nin final oynama şansını gözardı etmek yanlış olmazdı. Dolayısıyla final maçı kimle kim arasında olursa olsun, o bayrak açılacak ve Wembley Stadyumu Kaf Sin Kaf sesleriyle inletilecekti. Beyin fırtınası yapıldı, olular, olmazlar tartışıldı ve oy birliğiyle kabul edildi...
Londra'ya geri dönelim...Finalin tarafları belli olmuştu: Almanya-Çek Cumhuriyeti. Tahmin ettiğiniz gibi biz mazlumdan yana tavrımızı ortaya koyarak Çek Cumhuriyeti tarafında oturmaya karar vermiştik. Karşıyaka'dan başkasını asla desteklemezdik ama Almanlar'dansa Çekler'le aynı tribünü paylaşmayı tercih ederdik. Bu arada planımız netleşmeye başlamıştı. Hatta amacımızı ilerletmiş, kendimizi bir şekilde dikkat çekici hale getirip, bayrağımızı tüm dünyaya ve dolayısıyla Türkiye'ye göstermeyi planlıyorduk. Olası planlar arasında bayrağı kale arkalarına asmak, sahaya inip bayrakla bir tur atmak ya da daha olası bir plan olan maça giderken saçlarımız boyayıp "televizyon kameralarına yakalanan ilginç futbol severlerden olmak" vardı.
Maçtan iki hafta önce Wembley'e gidip kale arkası olan Çek tribünündeki maç biletimizi aldık. Ve olay mahalini önceden görmüş olduk. Aslını istersiniz stadın büyüklük açısından İzmir Atatürk'ten büyük olduğunu söylemek mümkün değildi. Ancak modernlik açısından İzmir Hilton'la kıyaslanabilirdi. Neyse, biz biletlerimizi aldık ve eve dönerken yolda tezgahta satılan yeşil kırmızı saç boyalarını da cebimize yerleştirdik. Artık maç gününü beklemekten başka bir şey kalmamıştı...
Maç günü geldi çattı. Ben üzerime Altobelli Rıza'nın sekiz numaralı formasını giymiştim. Gürhan'da ise Londra'ya gelmeden önce klübe uğrayıp aldığımız Voleybol takımı t-shirt'lerinden vardı. Sprey boyalar ve bayrak büyükçe bir çantaya kondu ve Wembley'e doğru yola çıkıldı. Victoria İstasyonu'ndan Wembley'e giden metroya bindiğimizde metrodaki hemen herkesin bizim gibi maça gittiğini fark etmek hiç de zor olmadı. Büyük çoğunluk, kırmızı-siyah-sarı çizgili beyaz Alman forması giymiş olan Almanlardı. Geriye kalanı ise gündelik giyinmeyi tercih etmiş İngilizler ya da başka memleketlerden insanlardı. Başka bir değişle bizden başka Yeşil-Kırmızı formalı kimse yoktu. Metroya ilk girdiğimizde bu farkımız ilginç bakışları üzerimizde toplamamıza neden oldu. Boş bulduğumuz ilk yere oturduk. Ve bu sefer de karşımızda oturmakta olan, İngiliz olduğu herşeyinden belli yaşlıca adamın dikkatlice formalarımızı incelediğini fark ettik. Adam Galatasaraylı mı olduğumuzu sordu. Kesinlikle olmadığımızı ve hatta kendisinden hiç de hoşlanmadığımız söyledik. Adam formamdaki Karşıyaka logosondaki ay-yıldızı görüp Türkiye'den olduğumuzu ve Türkiye'den yalnızca Galatasaray'ı bildiğini söyledi. Galatasaray'ın Manchester'i elediği sene olduğunu hatırlatmamda fayda var. O an adama niye Galatasaray'ı sevmediğimizi, Kahpe Bizans'ı ya da Türkiye'nin futbol oligarşisini anlatabilirdik. Ama adamın "İngiltere'nin Fenerbahçesi" olan Chelsea taraftarı olduğunu öğrenince bizi kesinlikle anlayamayacağını düşündük ve bizi anlasa anlasa bir Bradford taraftarının ya da belki bir Crystal Palace taraftarının anlayabileceğine karar verdik.
Wembley metro durağına geldiğimizde, metronun kapıları elektronik bir sesle açılırken içimizde Churchill'de temellerini attığımız, Londra'da ilerlettiğimiz ve Wembley'de son bulacak planımızı gerçekleştirmeye çok az kalmış olmasının heyecanı vardı. Ve Stadın yanına gelmiştik. İnanın hiçbir karmaşa ya da bizim maçlarda görmeye alıştığımız yoğunluk görünmüyordu. Acaba stad boş mu kalacak diye sormaktan alamadık kendimizi.
Çantamızda 5x2 boyutlarında bir bayrak ile yeşil-kırmızı spreylerin olmasının verdiği gerginlikle, yüzlerce giriş kapısından bizimkine yaklaştık. İçeri girerken çantada ne olduğunu sordular, bayrağı gösterdik. Tabii ki spreyleri göstermedik. "Yeşil-kırmızı bir bayrağın bu maçla ne alakası var?" dercesine yüzümüze bakan güvenlik görevlisinin yanından içeriye süzüldük. Şimdi saçları boyamanın tam zamanıydı. Peki bunu nerede ve nasıl yapacaktık? Tahmin ettiğiniz üzere ne Wembley stadyumuna daha önce gelmiştik, ne de saçımızı daha önce yeşil kırmızıya boyamıştık. Bir tuvalet bulduk ve daracık kabine ikimiz birden girdik. Tuvaletteki diğer insanların aynı kabine aynı anda giren iki erkek hakkında ne düşündüğünü tahmin etmek çok da güç değil! Ama başka çare yoktu. Ortalıkta bir yerde yapmaya kalksak, herhangi bir güvenlik bizi görebilir ve spreyleri elimizden alabilirdi. Sonuçta sırayla önce Gürhan benim kafamı, sonra ben onunkini özenle boyadım kutsal renklere. Birbirimizi o şekilde gördüğümüzde bir süre güldük, sonra da içgüdüsel olarak tuvaleti Kaf-Kaf sesleriyle inlettik.
Saçlar hazırdı. Artık çıkabilirdik. Tuvaletten çıkıp tribünlere doğru yöneldiğimizde bize doğru yönelen "Kim bunlar ya? Portekiz finale kalamadı ki!" bakışlarından artık rahatsız olmuyorduk. Bizim ne final maçıyla ne Çek Cumhuriyeti' yle ne Almanlar' la ne de Portekiz'le pek alakamız yoktu. Biz sadece Wembley Stadyumu'nu ve bir Avrupa Kupası Finalini Karşıyaka' mızla tanıştırmaya gelmiştik.
Nereye oturacağımız bulup bir an önce bayrağımızı en uygun yere asmayı düşünürken, güzeller güzeli bir İngiliz görevli bayan gelip biletimizi gösterirsek bize yerimize kadar eşlik edeceğini söyledi. Adeta sinemalardaki yer göstericiler gibi bayan önde biz arkasında yerimize geldik. Acaba bahşiş vermek gerekir mi diye düşünürken, bizlere iyi seyirler dileyen huri yanımızdan ayrıldı.
İşte Wembley Stadı... Kale arkasının çaprazında, orta yükseklikte olan yerimiz fena değildi. Her ne kadar Çek triübünü olarak bilet almış olsak da, büyük çoğunluğun bizim gibi tarafsızlardan olduğunu gördük. İlk planı yani bayrağı kale arkasına, kameraların görebileceği bir yere asma planın uygulamak üzere tribünün en alt tarafına doğru hareketlendik. Sahaya en yakın yere geldiğimizde planımızın suya düştüğünü anladık. Çünkü fosforlu yeşil ve turuncu montlar giymiş güvenlik görevlileri, kimseyi en alt sıraya indirmiyor ve bayrak asmanın mümkün olmadığını söylüyorlardı. O zaman yerimize çıkıp oralarda uygun bir yerde açmalıydık bayrağı. Yukarı çıkıp en uygun mekanı ararken, doğru yer bulduk. Alsancak'taki açık tribünü düşünün. Ve Çarşının orada nerede durduğunu. Tribünün alt tarafındaki tuvaletlerin büfelerin falan bulunduğu yerden tribüne çıkış kapısının hemen üstü. İşte bizde Wembley kale arkasında aynı şeyi yapabilirdik. Hemen oraya doğru yöneldik. Artık Wembley'i dolduran 60bin kişinin, Wembley'in çimlerinin, skorbordunun, sahada koşuşmakta olan Çek ve Alman oyuncuların ve belki de televizyon başındaki milyonların KARŞIYAKA'yla tanışma vakti gelmişti. Bayrağımız çıkardık çantadan. Ve Gürhan bir ucundan ben bir ucundan tek elimizle tutup diğer elimizi sallayarak haykırmaya başladık: Kaf Kaf Kaf Sin Sin Sin Kaf Sin Kaf Sin Kaf! Boğazlarımızdaki damarlar patlarcasına bağırıyorduk. Daha önce hiç bağırmadığımız kadar bağırıyorduk. Çevremizdeki yüz iki yüz kişilik sakin kalabalık ne olduğunu anlayamamış gözlerle bize bakıyordu. Biz ise hiç durmadan bağırıyorduk. Bu arada maç başlıyordu, futbolcular mücadele ediyordu, goller oluyordu ama biz sanki başka bir yerdeymişçesine, olup bitenle hiç ilgilenmeden bağırıyorduk: Göztepe nerde, hani nerde, Wembley'de yooook! O sırada kendimi çok farklı hissediyordum. Acaba şu stadda bizden başka, kendi ülkesini değil de tuttuğu klübü desteklemek için boyanmış, 1000 kilometre uzaktan koca bir bayrak getirmiş, kendini bizim gibi helak etmiş olan var mıdır diye. Ama üzerimde Altobelli Rıza'nın forması kalbimde Karşıyaka aşkı varken, ben bu 60bin kişiden zaten farklıydım ki. Ben Karşıyakalı'ydım, Biz Karşıyakalı'ydık...
Sonra mı ne oldu? Sonra biz bayrağımızı fotoğrafta ayakta durduğumuz tere astık. Maçın sonlarında yorgunluktan ölmüş bir şekilde koltuklarımıza yığılmış bir şekilde Almanlar'ın altın golünü, kupayı kaldırışlarını, stadın boşalışını izledik. Stad boşalırken son bir kez daha Kaf-Kaf çekip Wembley' e elveda ettik. Bu arada bizim tribündeki bir sürü insanın yanımıza gelip nereli olduğumuzu sormalarını, onlara Türkiye'den Karşıyakalı olduğumuzu anlatmamızı ya da bir çok insanın bizim yaptığımız gibi Kaf-Kaf çekmeye çalıştığını tahmin etmişsinizdir herhalde. Ya sonra? Sonra bir puba gidip yeşil-kırmızı kafalarımızla bu güzel geceyi kutladık. Ertesi sabah ev sahibimiz maçı izlerken televizyonda Gürhan'ı gördüğünü söyledi. Yani planımız işe yaramıştı. Türkiye'de olmasa bile İngiltere'de maçı televizyondan izleyen her insan yeşil-kırmızı ve Karşıyaka' yla tanışmıştı. Özetle görev tamamlanmıştı.
Şimdi altı yıl önce dönüp o günü hatırladığımda kendimle Gürhan'la gurur duymamak elde değil. Peki bayrak şu an ne yapıyor?
Onu en son Gençlerbirliği ve Ankaragücü' nün Ankara'da Göztepe'yle oynadığı maçlarda tabi ki Göztepe olmayan tribünlerde görüm. Yani o da aynı yolda devam ediyor...
Bu arada unutmadan söyleyeyim: yaz aylarında yolu Güney Kore ya da Japonya'ya düşecek olan varsa bayrağı ona ulaştırabilirim....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder